İSVEÇ POSTASI / MİNA TANSEL
Nobel Ödülü ve Doğu Bloku'ndan Çıkan Yeni Yazının Dayanılmaz Çekiciliği
Macar roman ve senaryo yazarı Laszlo Krasnahorkai, geçmiş baskıcı yönetimden kalan yaraların izlerini taşıyan, kasvetli, dolambaçlı, karmaşık dünyalar kuruyor yapıtlarında. Geçen Perşembe, 2025 Nobel Edebiyat Ödülü’nün 71 yaşındaki bu yazara verildiği açıklandı. Ödül açıklanırken Krasnahorkai’den “Kafka’dan Thomas Bernhard’a uzanan Orta Avrupa geleneğinin büyük epik yazarı” olarak söz edildi. Yapıtlarının temel özelliğinin “absurdizm ile grotesk aşırılık” olduğu belirtildi. “Kıyameti andıran terörün ortasında zorlayıcı ve uzak görüşlü yapıtlarıyla sanatın gücünün ne denli büyük olduğunu bir daha gösterdi”ği öne sürüldü. Yazarın nokta kullanmadan yazdığı, postmodern olarak nitelenen distopik ve melankolik konulu yapıtlarından bazıları dilimize çevrilmiş bulunuyor. Ünlü Macar yönetmen Béla Tarr, yazar dostunun 1985’te çıkan ilk romanı Şeytan Tangosu ile 1989 tarihli Direnişin Melankolisi’ni sinemaya uyarladı. Siyah beyaz çekilen bu sıra dışı filmler, çok konuşulanlar arasında... (Direnişin Melankolisi geçtiğimiz aylarda MUBİ’de gösterildi.)
Nobel Ödülü, yazarın aldığı ilk ödül değil. 2015’te Booker, 2019’da ABD’de Çeviri Edebiyat dalında Ulusal Kitap Ödülü’nü almıştı. Krasnahorkai, Nobel Edebiyat Ödülü alan ikinci Macar yazar oluyor. Aynı ödül 2002’de Imre Kertesz’e verilmişti.
Bu ödül, bir kez daha eski Doğu Bloku ülkeleriyle Yugoslavya’dan çıkan günümüz yazarlarının gücüne dikkat çekiyor. Onları başkalarından ayıran güç nereden geliyor?
Dünyanın Doğu- Batı bloklarına bölünmüş olduğu yıllarda, Doğu’da ortalama bir eğitim alanların sağlam bir okuma alışkanlığı edindikleri, kendi ülkeleriyle başka ülkelerin yazınını tanıdıkları tartışılmaz bir gerçek! Moskova metrosunda her yolcunun elindeki kitabı okuduğunu gösteren eski fotoğrafları çoğumuz görmüşüzdür. Demirperde yıkıldıktan sonra Türkiye’ye bakıcılık yapmak üzere gelen bir Doğu Avrupalı hanıma Petersburg gezisi sırasında çektiği fotoğrafları gösteren arkadaşım, onun fotoğraflardan birindeki balmumu heykeli görünce “A, Puşkin!” demesine şaşırmıştı!
Eski Doğu Bloku’nda yetişenler böyle, peki, Doğu Bloku’nda yetişmiş günümüz yazarlarını başka yazarlardan farklı kılan ne?
Bu yazarların ortak bir yönünün yapıtlarındaki tarihsel boyut ile siyasal farkındalık olduğu söylenebilir. Baskıcı yönetimler altında yetişmiş olmanın onlarda alaycı, benzetmeli, simgeli anlatımı geliştirdiği görülüyor. Toplumu eleştirmek için kendilerinden öncekilerin yaptığı gibi kara mizaha, ‘absürd’ anlatıma başvuruyorlar. İçinde yetiştikleri baskı ortamının izleri hem toplumsal hem kişisel anılarında yansıyor.
Baskıdan kaçıp göçmen olanlar, göçü, yabancılaşmayı, kimlik konusunu, bunların insan ruhundaki etkilerini irdeliyorlar.
Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla birlikte Doğu-Batı bloklarının ortadan kalkmasından, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonraki coşkunun yerini bir düşkırıklığının aldığı bu ülkelerden kaçış günümüzde de sürüyor. Geçmişte yaşananlar, şu anda yaşanmakta olanlar, buradan çıkışın olup olmadığı umutsuzlukla sorgulanıyor. Farklı bir anlatım dili gelişmeye başlıyor.
Romanlarda yazarın yalnızca olaylarla kişileri anlatmadığını, belki onlardan çok kendini okurla konuşurcasına anlattığını görüyoruz; ama yazarın metindeki varlığı klasik yazarlarınkinden farklı: bir görüş savunmuyor, yalnızca aktarıyor ya da paylaşıyor, diyebiliriz.
Sonuç olarak da dünyanın en saygın yazın ödülleri bu yazarlara gidiyor: 2018’de hem Booker, hem de Nobel ödüllerini alan Polonyalı yazar Olga Tokarczuk 1962 doğumlu, psikoloji eğitimi almış. Pek çok kitabı Türkçe’ye çevrilen yazar: “Unutma mekanizmaları hep ilgimi çekmiştir; insanların yaşamlarının ve gerçeklerinin ne kadarını anımsayamadıkları beni hep büyülemiştir” diyor. Araştırması yıllar süren Yakup’un Kitapları’nı yazmaktaki amaçlarından birinin kökenler, kan, miras gibi kavramları tersyüz etmek olduğunu belirtiyor.
“Hiçbir yere ait olmama durumunu, şiire özgü bir yoğunluk ile düzyazıya özgü bir yalınlıkla anlattığı” gerekçesiyle 2009’da Nobel ödülü alan Herta Müller, Romanya’nın Almanca konuşan azınlık grubundanmış. Almanya’ya sürgüne gidişi 1987’yi bulmuş.
Azınlıktan olmayan bir Romanyalı’nın, Mircea Cartarescu’nun, hem geçmişi hem Bükreş’in ruhunu irdeleyerek büyülü gerçekçilikle özyaşamöyküsünü anlattığı Orbitor (Göz Kamaştırıcı) üçlemesi eleştirmenlerin ilgisini çekti, ülkemizde de yayınlandı.
Ödüller önemli, ama en saygın ödülleri almamış olmak bazı yazarların o ödülü alanlardan daha az değerli olduğunu göstermiyor. 1949 Yugoslavya doğumlu Dubravka Ugresic pek çok ödül aldı, Nobel adaylığı da sürekli dillerdeydi, ama bu seçkin yazar Nobel almadan yaşamını 2023’te yitirdi. Tanışmamış, konuşmamıştım, ama sanki bir dostumu yitirmişim gibi ardından gözlerim yaşardı. (Ugresic’ten söz ettiğim köşe yazısı: https://www.sanattanyansimalar.com/yazarlar/mina-tansel/dunya-nereye/2820/ )
Yine bir başka kadın, sarsıcı yapıtların yazarı Agota Kristof, 1956’da Budapeşte’deki gösterileri bastırmak üzere Sovyet tanklarının şehre gelişinin ardından eşi ve bebeğiyle birlikte Macaristan’ı terkedip İsviçre’ye geçmişti. Fabrika işçiliği yaparken öğrendiği Fransızca ile yazdı tüm yapıtlarını. Bir röportajda “İsviçre’de çikolata fabrikasında çalışmaktansa Sovyet çizmesi altındaki Macaristan’da yaşama”nın belki daha iyi olacağı yolundaki sözü beni çok etkilemişti.
1980’lerde Rusya’dan ABD’ye göçen Sergei Dovlatov –aynı yolu seçen arkadaşı Joseph Brodsky gibi Nobel almasa da- zeki, alaycı anlatımı ile en sevdiklerimden… ( Dovlatov’dan söz ettiğim köşe yazısı: https://www.sanattanyansimalar.com/yazarlar/mina-tansel/gitmek-mi-zor-kalmak-mi-zor/2702/ )
Sergei Dovlatov ülkesini terk ettiğinde Sergei Lebedev henüz küçük bir çocuktur. Ama Rusya’da rejimlerin adı değişse de yönetim biçimleri değişmiyor. 1981 doğumlu Sergei Lebedev, ülkesinde jeolog olarak çalışır, bir süre sonra o da kaçar ülkesinden: 2014’te Almanya’ya göçer. Yüzyıl önce ailesinin bir bölümü iç savaştan kaçarak göçmüştür Rusya’dan. Oblivion (Unutuş) adlı romanı ile dikkatleri çeken yazar Haziran 2025’te Norveç Edebiyat Festivali’nin açılış konuşmasını yapmaya çağrıldı. Konuşmasının başlığı “Siyasal Araç Olarak Edebiyat”tı. Yazar, Rus klasiklerinin hem Sovyetleştirme hem de Ruslaştırma aracı olarak kullanıldığını anlatıyor. Asıl mesleği jeologluk ile yazarlık arasında bir bağ kuruyor: Maden aramanın heyecanlı bir iş olduğunu, bunun için yalnızca meslek bilgisinin yeterli olmadığını, biraz şans, biraz da altıncı his gerektirdiğini anlatıyor; yüzeyde ya da akarsu yatağında görünen bir maden damarını izleyip yüzlerce binlerce milyon yıl önce yeryüzünde olup bitenleri dedektif gibi ortaya çıkarmanın yazarlık için de iyi bir eğitim (bir alıştırma??) olduğunu öne sürüyor. Yer yüzeyinin zaman içinde ve baskıyla (basınçla) biçimlendiğini, üç dört beş kez değiştiğini; Sovyetlerin de geçmişi yadsıyıp yeni bir gelecek duyurusuyla tarihi sürekli yeniden yazdıklarını söylüyor. Günümüz muhaliflerinden Navalni’nin ortadan kaldırılışının ise Gulag sisteminin sürdüğünü gösterdiğini belirtiyor.
2015 Nobel Ödülü’nü alan Svetlana Aleksiyeviç’in İkinci El Zaman’ı unutulmayacak kitaplar arasında…
Şu sıralarda en sevdiğim yazarlardan bir başkası, 1968 doğumlu Bulgar yazar Georgi Gospodinov … ( Gospodinov’dan söz ettiğim köşe yazısı: https://www.sanattanyansimalar.com/yazarlar/mina-tansel/animsamak/3481/ ) Yine Bulgaristan’dan çıkıp 2005’te İskoçya’ya yerleşen 1973 doğumlu Kapka Kassabova’nın Sınır kitabını nasıl unuturum! Komşularımızın yazdıklarını okuyup düşünürken “biz”i de okumuş, düşünmüş oluyoruz bir anlamda.
Viktor Pelevin’in Sovyet sonrası kuşağını hicvettiği söylenen romanı Pi Kuşağı ile bir başka Rus’un -1961 doğumlu olup İsviçre’de oturan Mikhail Şişkin’in kitapları- okuma sırasına alıp henüz okuyamadıklarımdan…
Bu yazı, eski Doğu Bloku ile Yugoslavya’dan çıkan 20. yüzyıl sonu ve 21. yüzyıl yazarlarının tümüne değinmek iddiasını taşımıyor. Madem Laszlo Krasnahorkai’nin 2025 Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer bulunması üzerine akla gelenlerin paylaşıldığı bir yazı oldu, ana konuya dönsün; yazarın kendisine sorulan bir soruya verdiği yanıtla bitsin:
“Henüz hiçbir kitabınızı okumamış birine önce hangi kitabınızdan başlamayı önerirsiniz?”
“Eğer kitabımı okumamış okurlar varsa onlara okumaları için hiçbir şey önermiyorum; onun yerine dışarı çıksınlar, otursunlar bir yere- belki bir dere kenarına, hiçbir şey yapmadan, hiçbir şey düşünmeden, taş gibi kalsınlar. Sonunda benim kitaplarımı okumuş biriyle karşılaşırlar.”
Hiç Krasnahorkai okumamış olanlar, denemeye değer mi, dersiniz?
Mina Tansel
10 Ekim 2025