ÜNİVERSİTELER SUSAR MI? (*)
Suay Karaman

ÜNİVERSİTELER SUSAR MI? (*)

Bu içerik 817 kez okundu.

Sözlerime, 8. Üniversite Kurultayı’nı düzenleyen Ege Üniversitesi Öğretim Elemanları Derneği’ne (EGÖDER) teşekkür ederek başlamak istiyorum. Tüm Öğretim Elemanları Derneği (TÜMÖD) kurucularından ve genel başkanlarından, değerli bilim insanı Prof. Dr. Alpaslan Işıklı’nın anısına ithaf edilen bu kurultayın başarılı geçeceğine inanıyorum. Hiçbir suçu olmadan Foça cezaevinde yatan bilim insanı Prof. Dr. Rennan Pekünlü’ye de, buradan sevgilerimi gönderiyorum. Bugüne kadar zindanlarda sağlığını ya da yaşamını yitiren tüm öğretim elemanları ile, 1978 yılında Trabzon’da öldürülen, şu an aynı görevi paylaştığım, TÜMÖD Genel Sekreteri Doç. Dr. Necdet Bulut ve öldürülen tüm öğretim elemanlarını da saygıyla anıyorum.

 

Üniversitelerle ilgili olarak, “Üniversiteler Kanunu” adı verilen yasalar 1933, 1946, 1960 ve 1973 yılında çıkarılmıştır. Ancak üniversitelerle ilgili yasa 1981 yılında “Yüksek Öğretim Kanunu” olarak değiştirilmiştir. Çıkartılan yasalar içinde üniversitelerin etkin olmalarını sağlayan 1960 yılındaki 115 sayılı yasaya özel bir vurgu yapmak gerekir. 28 Ekim 1960 tarihinde Milli Birlik Komitesi tarafından çıkartılan 115 sayılı yasa ile, 4936 sayılı Üniversiteler Kanununun bazı maddeleri özerkliği genişletici şekilde değiştirilmiştir. Yapılan bu değişiklikler katılımcı yönetimi genişletici ve demokratikleşmeyi artırıcı niteliktedir. 1946 yasasının antidemokratik sayılabilecek maddeleri ayıklanmış ve yasa düzeltilmiştir. Üniversitelerin özerkliği de, ilk kez 1961 Anayasası’nın 120. maddesinde açık ve net biçimde yazılarak güvence altına alınmıştır. Bu yasa ile birlikte daha demokratik bir yapıya ulaşan üniversiteler, ülke sorunları hakkında çekinmeden görüş bildirmeye başlamışlardır.

 

27 Mayıs Devrimi, her konuda olduğu gibi, yüksek öğretim konusunda da toplumun önünü açmıştır. 1961 Anayasası'na eklenen 115 sayılı yasanın üniversitelere kazandırdığı en önemli olgulardan biri de, öğretim üye ve yardımcılarının siyasi partilere üye olabilmeleri ve bu partilerin merkez organlarında görev alabilmeleri olmuştur. Bu sayede siyasi partilerin, bilim insanlarından yararlanmalarının da önü açılmıştır. Ayrıca üniversitelere, Anayasa Mahkemesi’ne dava açma yetkisi de verilmiştir. 27 Mayıs Devrimi’nden sonra üniversitelerde büyük bir demokratikleşme hareketi ve ülke sorunlarına sahip çıkma eylemi görülmüştür. Böylece üniversitelerin susmayacağı ve ülke için her türlü özveriye hazır oldukları da anlaşılmıştır.

 

12 Eylül darbesinin 6 Kasım 1981 tarihinde çıkardığı 2547 sayılı yeni yasa ile kurduğu YÖK kurumuyla birlikte çağdaş ve özerk üniversite yok edilmiştir.  Bu YÖK yasası, Ocak 1981 tarihinde Şili’deki faşist cuntanın çıkardığı yasanın kötü bir kopyasıdır. Şili’de yaşananların aynısı hatta fazlası Türkiye üniversitelerinde de yaşanmıştır. YÖK yasasıyla birlikte üniversitelerde toplu tasfiyeler başlamış, öğrencilere disiplin cezaları verilmiştir. Özerklik tamamen ortadan kaldırılmış, yöneticiler atamayla gelmiştir. Üniversite harçları arttırılmış ve eğitimin özelleştirilmesinin yolu açılmıştır. Okutulacak dersleri ve programları YÖK belirlemiş, sakıncalı bulduğu kitaplara yasak getirmiştir. Üniversitelerdeki suskunluk ve korku bundan sonra başlamıştır. YÖK'ün çok sayıdaki anti-demokratik hükümlerinden bazıları geçtiğimiz 34 yıl içinde ayıklanmış olsa da özünü hala korumakta ve üniversiteler üzerindeki baskıcı havası aynen devam etmektedir.

 

YÖK ve YÖK’ün yaratıcısı İhsan Doğramacı ile ilgili söylenecek sözler o kadar çoktur ki, hiç bitmez. YÖK yasasıyla birlikte, Doğramacı’nın despot yönetim anlayışı, üniversiteleri iyice suskun hale getirmiştir. Seslerini çıkaranları ise üniversiteden atmışlardır. Özellikle Doğramacı yönetiminde, üniversiteler sessizlik devri yaşamıştır.

 

10 Mayıs 1989 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde Berlin Özgür Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Gerhard Bauer ile yapılan söyleşi, Doğramacı ve YÖK hakkında bize net bir fikir vermektedir. Bu söyleşide Gerhard Bauer’in dedikleri çok enteresandır: “Doğramacı’nın bir bilim insanı olduğuna inanmak güç. ‘Türkiye’de solcular çok azdır ve kafaları çalışmaz, onları dinleme’ diyordu. Halbuki ben O’nun aptal diye bahsettiği insanların pek çoğunu tanıyordum. Bana çok dürüstçe konuşuyorlardı ve yanlış bir tablo görmemi istemiyorlardı. YÖK hakkında o kadar kötü şeyler duydum ki, yaşamını bilime adamış bir kişi olarak bundan çok rahatsızlık duydum. Bence hiçbir ülke YÖK gibi bir kurumla cezalandırılmaya layık değildir. Demokratik ülkelerde bu tür akademik yaşamı güdümü altına alan kuruluşların yeri yoktur. YÖK’ün diğer üniversiteler üzerinde diktatoryası var.”

 

1994 yılında Erciyes Üniversitesi’nin açılışını Diyanet İşleri Başkanı yapmış ve şunları söylemiştir: “İlim ve akıl, dini teyit eder. İlmi öğrenin, yayın; gizleyip günaha girmeyin.” Gelinen bu nokta bilimi ve üniversiteyi derinden yaralamış, küçük düşürmüştür. Ancak bu durum karşısında üniversitelerden hiç ses çıkmamıştır.

 

Bugün siyasi iktidar arada bir yeni yükseköğrenim yasa taslakları hazırlayıp, kamuoyunun tepkisini ölçmektedir. Yapılmak istenen yükseköğrenimin özerkliğinden vazgeçerek özelleştirilmesi, iş güvenliğinin yok edilmesi ve üniversite yönetimlerinin siyasallaştırılmasıdır. Bu yasa taslakları hakkında üniversitelerden yeterli ses çıkmamaktadır. Bu konuyla ilgili toplantılara öğretim elemanları katılmamaktadır.

 

Siyasi iktidar tarafından ülkemizde hukuk dışı yaptırımlara hız verilmiş, yasalar ve anayasa bir tarafa bırakılmıştır. Bu anayasa dışı tutum ve davranışlara karşı hukuk fakültelerimizden ses çıkmamaktadır. Sözde Ermeni soykırımı hakkında fırtınalar koparılırken ve Dersim isyanıyla ilgili uydurma bilgiler ortaya saçılırken Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitülerinin sesleri çıkmamaktadır. Sanatı bitirmek için TÜSAK adı verilen yasayı çıkarmak isteyen siyasi iktidara karşı, Güzel Sanatlar Fakültelerinden ve Konservatuarlardan gerekli tepki verilmemektedir. Milli eğitimde çok yanlış kararlar alarak Ortaçağ karanlığına doğru sürüklendiğimiz bu ortamda Eğitim Fakülteleri sessizliklerini korumaktadır. Özellikle Diyanet İşleri Başkanlığı’nın sözde fetva adı altında laik bir ülkede verdiği densiz demeçler, İlahiyat Fakültelerindeki sessizliği bozmamaktadır. Bunun gibi her konuda susan üniversiteler, toplumun çürümesinde baş rolü oynamaktadır. Toplumun ışığı olan üniversitelerde karanlık ve sessizlik başlayınca, bugün ülkemizin içinde bulunduğu ortamı normal karşılamak gerekir.

 

Günümüz üniversitelerinde her şeyin maddiyatla ölçülmesinin ardından sadece maddi tatmin için tüm etik değerlerini bırakan üniversitelerimizin susması da normaldir. Bırakın ülke ve dünya sorunlarını, kendi üniversitelerinde bile yöneticilerinin yanlış tutum ve davranışlarına ses çıkaramayanlara bakılırsa içinde bulunduğumuz karanlık ortamın tesadüf olmadığı ortadadır. YÖK dönemiyle birlikte bütün idari görevler için ek ücret ödenmesi, kamuda döner sermaye adı altında yüksek ücret alanların, etik değerlerini yitirenlerin ve bu ücretlerden vazgeçmek istemeyenlerin susması da normal değil midir?

 

Özellikle “her ile bir üniversite” kampanyası ile binası, yeterli akademik ve idari kadrosu olmayan üniversiteler kurulmaktadır. Ancak bu alt yapısız lise benzeri üniversiteler için de, susmak ön planda gelmektedir. Son yıllarda bazı yurt dışı üniversitelerinden sahte unvanlar alanların, üniversitelerimizde kadrolu olarak çalıştıkları bilinmektedir. Hatta bunlardan bazıları yöneticilik de yapmaktadır. Üniversitelerimiz bu durumda da yine suskunluğuna devam etmektedir. Bazı üniversite yöneticilerinin yaptıkları tacizler ortaya çıkarıldığı halde, bunlar üzerinde de hiç durulmamaktadır. Branş dışı ders veren öğretim elemanları ile bilim yapıldığını, kaliteli bir eğitim-öğretim olduğunu sananlara karşı da üniversitelerimiz suskunluğunu korumaktadır. Kamu üniversiteleri ile vakıf üniversiteleri arasındaki taban puanların uçurumu karşısında söyleyecek sözü olanlar da, beklenti içinde oldukları için, sessiz kalmayı tercih etmektedirler.

 

Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları, siyasal İslam’ın simgesi olan türbana geçit vermemektedir. Ancak Ege Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Rennan Pekünlü, türbanlı öğrencileri sınıfa almadığı gerekçesiyle açılan davada, iki yıl bir ay hapis cezasına çarptırılmıştır. Halbuki öğrenciler derse girmiş, Rennan Pekünlü sadece türbanlı olarak derse girdikleri için tutanak düzenleyerek, dekanlığa göndermiştir. Anayasal kuralları ve yüksek mahkeme kararlarını uygulayarak görevini yapan Rennan Pekünlü’ye, türbanlı öğrencilerin eğitim hakkının engellendiği savıyla iki yıl bir ay ceza verilmiştir ve şu anda Foça cezaevinde bulunmaktadır. Bu konuda sorumluluğu bulunan Ege Üniversitesi Rektörlüğü hakkında suç duyurusunda bulunulması ve rektörün istifaya davet edilmesi gerekirken, susan üniversiteden sen çıkmamaktadır. Benzer durumda olan birçok öğretim elemanı daha vardır ve hukuki süreçler devam etmektedir. Öğretim elemanları bu durum karşısında da yeterince seslerini çıkarmamaktadırlar.

 

İşte yukarıda anlatılan bütün bu uygulamalar karşısında, 34 yıldır devam eden YÖK baskısı bu siyasi iktidarla birlikte daha da ağırlaşarak, üniversiteleri iyice sessizliğe boğmuştur. 20 Şubat 2015 tarihinde Ege Üniversitesi’nde PKK terör örgütü yanlısı grubun, bir öğrenciyi öldürmesi, toplumu derinden yaralamıştır. Ege Üniversitesi senatosunun yayınladığı bildiride bu acı olayı “başlangıçta bir öğrenci anlaşmazlığı şeklinde ortaya çıkan olay” diye nitelemesi de düşündürücüdür ve üzerinde sessiz kalmamayı, konuşmayı gerektirir. Yaklaşık üç ay önceden yapılması planlanan 8. Üniversite Kurultayına, bir hafta kala salon vermemek de, Ege Üniversitesi yönetiminin bir başka ayıbıdır. Bunlara sessiz kalanlar ve belki bizler, suskun üniversitenin oluşumuna katkı sağlamaktayız. Üniversite Kurultayına salon vermeyen bir üniversite yönetimi, aklı ve bilimin değil, dedikodu ve hurafelerin yanındadır. İzmir gibi aydın bir kente yakışmayan Ege Üniversitesi yöneticileri, cesaretlerini susan akademisyenlerden almaktadırlar.

 

Cumhuriyet kurulduğunda sadece bir üniversitenin dokuz fakültesi ve yüksekokulunda 307 öğretim elemanı ile 2914 öğrenci bulunmaktaydı. Bugün 123 kamu ve 73 vakıf üniversitesinde olmak üzere yaklaşık 117.000 öğretim elemanı ve yaklaşık 5.5 milyon öğrenci bulunmaktadır. Bu kadar öğrencinin okuduğu üniversiteler susarsa, öğretim elemanları sessiz kalırlarsa, ülkemizin geleceği karanlık olur. Üniversite, öğrencilere yalnızca bilgi veren bir yer değildir, aynı zamanda yaşamda doğru davranış kazanma üzerine düşünme alışkanlığı veren bir kuruluştur. Susturulmuş üniversitelerin sessiz öğretim elemanları öğrencilere nasıl düşünme alışkanlığı verebilecektir? Nasıl topluma ışık saçacaktır? Üniversite eğitimi, öğrencilere dünyayı, toplumu ve insanları anlamalarını sağlamıyorsa neye yarar?

 

Susan değil, özgürlükleri savunan, ülke geleceğine yön vererek bilimsel temele dayanan bir eğitimle aydınlıklara doğru yol alacağımız üniversitelerin özlemiyle, hepinize saygılarımı sunarım. Teşekkürlerimle..

Bu yazı İlk Kurşun Gazetesinde de yayınlanmaktadır.

(*) : 20-21 Mart 2015 tarihinde İzmir’de düzenlenen 8. Üniversite Kurultayı’ndaki konuşma.

DİĞER YAZILAR
Sende Yorumla...
Kalan karakter sayısı : 500
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR X
19 MAYIS 1919 TÜRK’ÜN DİRİLİŞ VE ŞAHLANIŞ GÜNÜNÜN ADIDIR
19 MAYIS 1919 TÜRK’ÜN DİRİLİŞ VE ŞAHLANIŞ GÜNÜNÜN ADIDIR
ERMENİLERİN KATLETTİĞİ 519 BİN TÜRK’ÜN ACI ÖYKÜSÜ
ERMENİLERİN KATLETTİĞİ 519 BİN TÜRK’ÜN ACI ÖYKÜSÜ