Tarihsel sürecin özü sınıfsaldır. Türkiye de bu başat gerçeğin dışında değildir. Mustafa Kemal Atatürk’ün üstün önderliğinde utkuyla sonuçlanana Bağımsızlık Savaşı silahla, orduyla başarılmıştır. Bu başarı ulus devleti, yurttaşı, görece özgür bireyi yaratmıştır. Bu ilerlemeden, halkın bilgisiz, bağımlı kalmasında çıkarları olan derebeyi sınıfının ve bir bölüm bürokrasinin zarar görmediğini, tepki içine girmediğini savlamak olanaksızdır. Başta CHP içinde bulunan ve toprak ağalarından oluşan DP siyasasının kırklı yıllar boyunca CHP’nin baskıcılaşmasındaki payının da etkisiyle, ayrıca CHP’nin genel olarak çok partili düzene geçme isteği sonucunda, 1950’den başlayarak iktidara gelmesi Türk Devrimi karşıtı, sınıfsal nitelikli dönemi oluşturmuştur. DP, on yıl süren bu dönemde, 1932-1950 arasında 18 yıl Türkçe okunan ezanı yeniden Arapça okutmaya başladı. Köy Enstitülerini kapattı (Kararla ilgili olarak eski Meclis Başkanlarından toprak ağası Kinyas Kartal’ın Adnan Menderes’le, Dursun Kut’un anılarında yer alan görüşmesi önemli bir kanıttır.) Üniversiteye “kara cüppeliler”, orduya “yedek subaylarla da idare ederim” karalaması altında baskı kurdu. 28 Nisan 1960 tarihinde İstanbul Üniversitesi Rektörü Ordinaryüs Prof. Dr. Sıddık Sami Onar’ın, öğrencilerini korumak amacıyla polislerin önüne geçmesi ve polisin üniversiteyi terk etmesini istemesi üzerine; Sıddık Sami Onar, polis şefleri tarafından dövüldü, sürüklenerek emniyete götürüldü. Öğretmenlerine korumaya çalışan öğrenciler, Sıddık Sami Onar'ın durumunun iyi olduğunu öğrenene kadar emniyet önünden ayrılmadılar. Bu önemli olayda öğrencilerden Turan Emeksiz öldürüldü. DP yönetimi, Meclis’in onayını bile almadan, Türkiye’yi NATO’ya sokmak, ABD siyasasıyla uyumlu olmak amacıyla, Türk askerini Kore’ye gönderdi. ABD çıkarları için canlarını yitirmelerine neden oldu. Yine ABD isteği gereğince Lübnan’daki Hıristiyan güçlere, insancı yardım görünümü altında silah, mühimmat desteğinde bulundu. Meclis’te, tahkikat komisyonu adı altında, yargılama yetkisi verilmiş haksız uygulamalara girişti. Vatan cephesi adı altında bir cephe kurarak, her gün, ölülerin adarlını bile radyodan “vatan cephesine geçenler”, diye okutarak toplumu kışkırttı, ayrıştırdı, devlet görevlilerini partizanlaştırdı. Giderek yurt gezileri sırasında İsmet İnönü’ye, kanlar içinde bırakacak biçimde taşlı saldırılar oldu. (Bakanlarından İbrahim Ethem Menderes, tuttuğu günlüğünde Adnan Menderes’in, zamanı geldiğinde İsmet İnönü’yü astıracağına ilişkin sözlerinin tanığı olduğunu yazar.) DP iktidarı 6-7 Eylül 1955 olaylarını planladı ve uyguladı. Adnan Menderes, parlamenter düzen için, DP gurubuna seslenirken: “Siz isterseniz hilafeti bile yeniden geri getirirsiniz” diyebildi. “Ben odunu aday göstersem milletvekili seçtiririm.” sözüyle de seçimlere, demokrasiye nasıl baktığını açıklamış oldu.
Daha çoğaltılabilecek sözkonusu kanıtların yüzde biri bile, bir ülkeyi doğru yönetme sorumluluğu yönünden yeterince ağır suçlardır. DP ve onun lideri Adnan Menderes’in ise bu uygulamalarının doğurduğu büyük sorumluluğu ve olası sonuçları bilmemeleri düşünülemez.
Böylesi pervasız, aymaz bir yönetimin iktidardan seçimler yoluyla uzaklaştırılması umudu ise sertleşen buyurgan yönetim anlayışının seçimlere hile karıştırması nedeniyle ortadan kalktı. Örneğin 1957 genel seçiminde CHP'li seçmenler kütüklere kaydedilmediği görülmüştür. Bazı sandıklarda sonuçlar değiştirilmiştir. Gaziantep'te CHP'nin itirazı üzerine oy pusulalarının Gaziantep Adliyesine getirilmelerinin ardından Gaziantep Adliyesi oy pusulalarıyla birlikte yanmıştır. Bu olaylar İsmet İnönü’nün ağzından siyasal tarihe “kütük marifetleri”, kütük bakanı” sözleriyle geçmiştir.
Yaptıklarının sonuçlarını bildikleri için, bu tür yönetimlerin seçimleri doğal sürecine bırakmadıklarını, en etkili yöntemlerle engellediklerini, yönlendirdiklerini öngörmek mantığın gereğidir. Çok açıktır.
27 Mayıs 1960 Devrimiyle gelen askersel yönetim ise ilk iş olarak uzmanlardan, toplumun sınıf temsilcilerinden oluşan kurucu meclis yoluyla, 1961 yılında Türkiye’nin en demokratik Anayasasını yaptı. Bu anayasayla ilk kez sendika kurma, üye olma hakkı getirildi. Özerk üniversite, Anayasa Mahkemesi kuruldu. Diğer yüksek yargı kurumları etkinleştirildi. Basının ve kültür dünyasının, kitap yayımlamanın önündeki engeller kaldırıldı. (Bu özgürlüklerin gelişmesi karşısında, ABD buyruklu, 12 Mart 1971 faşist yönetiminin saldırısı gecikmedi.)
Soru şudur: Uygulamalarıyla dürüst seçimleri olanaksız kılan, diktatörlüğünü sürekli güçlendirmeye çalışan, bu amaçla yayılmacılara ülkeyi tepsi içinde sunmaktan çekinmeyen, ülke çıkarlarını ödün üstüne ödünle yok eden buyurgan iktidarlara karşı çözüm yöntemi nedir? 27 Mayıs 1960 Devrimine darbe diyenlerin bu sorunun yanıtını vermeleri gerekir. Onlarca yıldır veremediler. Saldırgan çığlıklar dışında ağızlarından bilgi ve kanıt adına, halk yararına bir söz çıkmadı. Sabırla bekliyoruz…
