Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’in yüzüncü yılını ve aramızdan ayrılışının 85.yılını geride bıraktık. 57 yıllık bir ömüre sığdırılan, ama yüzyıllar boyu devam edecek bir yaşam... O, fiziken aramızda olmasa da unutmak ya da unutturmaya çalışmak olanaklı mıdır? Bu yıl Anıtkabir’i ilk gün ziyaret eden bir milyonun çok üzerinde insan seli bu kanıtlamıştır.
O, İlhan Selçuk’un tanımıyla, “Anadolu’da yaşanan destanın adı, mazlum milletlerin esin kaynağı, kurtuluş ateşidir...”
Dünya kamuoyu O’nu yirminci, yirmi birinci yüzyılın en karizmatik,en iyi lideri olarak kabul ederken, Türkiye’deki siyasi ortamdan ve gelişmelerden medet uman kimi sözde aydın ve gazeteciler, din adamları, dinci, tarikatçı kesimler sırf iktidara yaranmak için O’nu kötüleme, hakaret etme ve de heykellerine saldırma aymazlığı yarışına girdiler. Hiç kimse Atatürk’ü sevmek zorunda değildir, ama hakaret etme hakkına da sahip değldir.
Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’e karşı yapılan saldırılar, karalamalar devam edeceğe benziyor. O’na saldırmak yerine, O’nu anlamaya, yaşadığı dönemin özelliklerini dünya gerçekleriyle karşılaştırarak analiz etmeye çalışsalardı, ülke yararına daha olumlu iş yapmış olurlardı.Klişeleşmiş sözlerle O’na haksızlık etmek hiç kimseye yarar sağlamaz. İşin özünde bu saldırılar, ulus devleti ve bütünlüğümüzü hedef almaya yönelik boş çabalardır. Bir başka söyleyişle, “Serv Antlaşması”nı yeniden canlandırmak isteyen mandacı kafaların, O’nun üzerinden hortlatılmaya çalışılmasıdır.
Ben kimsenin görüşüne ya da düşüncesine müdahale edecek değilim, ama insaf terazisinin kantarı çok iyi ayarlanmalıdır ki, vicdanlar yaralanmasın. İnsanlar tercihlerinde özgürdürler, ama bu özgürlükleri onları Damat Ferit’lere, Ali Kemal’lere, İskilipli Âtıf Hoca’lara, fesli Kadir’lere dönüştürmesin...
Mustafa Kemal Atatürk’ün izlediği politikalar hep geçekçi zeminler üzerine oturtulmuştur. Bu konuda şöyle der: “Dünyanın bugünkü şartları ve asırların dimağ ve karakterlerde topladığı hakikatler karşısında hayalperest olmak kadar büyük hata olamaz. Milletimizin güçlü, mutlu ve devamlı yaşayabilmesi için devletin milli siyaset takip etmesi lazımdır. Bunun manası şudur: Milli sınırlarımızda, kendi gücümüze dayanarak varlığını muhafaza etmek, millet ve memleketin saadet ve imarına çalışmak… Aşırı emeller peşinde milleti meşgul etmemek ve zarara sokmamak…”
Bugün gelinen noktada asıl sorun kimi kafaların ısrarla Atatürk’ü anlamamakta bir gaflet içerisinde olmalarıdır. Bu düşüncenin temelleri 1950’li yıllarda atılmış, 12 Mart, 12 Eylül darbeleriyle beslenerek 2002’lere kadar gelmiş ve sonrasında AKP iktidarlarıyla hızlı bir ivme kazandırılarak Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı Fethullahçılara teslim edilmiştir. Ülke büyük ölçüde cemaat ve tarikatçıların çirit attığı bir serüvene sürüklenmiş; Ergenekon, Balyoz ve Casusluk davası gibi uydurmalarla ordu içindeki Kemalist subaylar temizlenmiş ve FETÖCÜ Terör Örgütü’ne başarısız 15 Temmuz darbesi yaptırılmıştır. AKP ve liboşlar takımı ”yetmez ama evet” sloganıyla tek adamlık rejiminin kurulmasını sağlamışlardır. Atatürk, ”Savaşların diktatörleri ve sonra da diktatörlerin savaşları” yarattığı vurgular. 15 Temmuz olayı ne yazık ki, biz de tek adamlık ya da güncel söyleyişle ”Şahsım Devleti”ni yaratmıştır.
Atatürk diktatör müdür? Bu sorunun yanıtı çok açıktır. Bu sorunun yanıtını kendisi, ”Dışarıdaki kapıcıya bir sorun bakalım. O bile benden korkmaz. Korku üzerine bir iktidar inşa edilemez. Topla tüfekle kurulan bir iktidar daima geçici olacaktır” ve devamında, ”Bugün burada tamamen barış içinde bir memleket görüyorsunuz. (...) Bütün memleketlerle barış ve dostluk anlaşmamız var ve ordu sadece yeni saldırılardan korumak için bulunuyor” der. Bu düşüncedeki, bu anlayıştaki bir liderden diktatör çıkar mı? Elbette çıkmaz… Çünkü O, ”Bir lider büyük kararları milletten almalı, ona dayanmalı, onu sınamalı, onu takip etmelidir. Devlet başkanlığını, ordu başkomutanlığını bırakmaya her zaman hazırım...” Fakat, parti başkanlığı konusunda, ”Asla! Çünkü bu parti benim doğru bulduğum devlet politikasını temsil etmektedir” der.
Atatürk hiçbir zaman diktatörlüğe özenmedi ve bir diktatör gibi hareket etmedi. Halkını bir dikta, bir korku rejimi altında yönetmedi. Hapishaneleri muhalifleriyle doldurmadı. Eğer bazı olaylar karşısında birtakım hoş olmayan durumlar yaşanmışsa; o durumlara ve o anın yarattığı olaylara bakmak, ona göre değerlendirmek gerekir. Bir düşününüz, Osmanlı’nın küllerinden yoktan var edilen genç bir cumhuriyet var, bir yandan yeni rejimin taşları yerli yerine oturtulmaya, diğer yandan yoklukla, yoksullukla, cehaletle mücade edilerek, ülke bayındır hale getirilmeye çalışılıyor. Bu ortamda birileri ülkenin tekerine çomak sokma, anarşi yaratma ve ülkeyi bir kaosun içerisine çekme peşindeler. Buna hangi rejim izin verirdi? Elbette zaman zaman karşıt güçlere karşın devrimleri konusunda ödünler vermemiştir, dahası veremezdi. Böyle bir davranış biçimi O’dan beklenemezdi. O’nun için Cumhuriyet ve devrimler her şeyin üzerindeydi. Bir başka açıdan ”Olmak ya da olmamak” sorunuydu. Bu durumda kesin kararlılığının göstergesini diktatörlük olarak algılamak, haksızlıktan başka birşey değildir. Merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal gibi, ”Anayasa’yı bir kere delmekle birşey olmaz” felsefesiyle hareket etseydi; Türkiye Cumhuriyeti’nin ömrü bir koyun yaşı kadar bile olamazdı.Daha yerli yerine oturmadan ortadan kaldırılırdı.
Cumhuriyet O’nun kafasında ta askeri lise yıllarından beri besleyip geliştirdiği bir dönüşüm, bir devrim projesidir.Çok yönleriyle Fransız devriminden ayrılır. Yüzyıllardır kul, köle (tebaa) olarak kabul edilen bir toplumu çağdaş uygarlık düzeyine çıkararak özgür birey yapmak için mücadele vermiştir. Padişah Vahdettin gibi, ”Bu halk koyun sürüsüdür, ben de çobanyım” der. Diktatörlüğünü ya da padişahlığını ilan ederdi. Halbuki O, Cumhuriyetin özgür insanı savunmuştur. Hangi diktatör, ”Ulusal egemenlik kayıtsız, şartsız ulusundur” der? Ya da ”Baylar ve ey millet biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler,dervişler,müritler, mensuplar (tarikata bağlı) ülkesi olamaz. En doğru, en gerçek yol, uygarlık yoludur” derdi.
Tarih bize canlı örnekleriyle göstermiştir ki, hiç bir diktatör halkını bilgisel ve düşünsel gelişimi ve de onu sağlayacak kurumlarını kurmak, yaşatmak için var gücüyle çalışıp, çabalamamıştır. Halbuki Atatürk, ”Yaşamda en gerçek yol gösterici bilimdir, fendir” diyerek çağdaşlığı işaret etmiş ya da ”Çarşaf içinde, peçe altında ve kafes arkasındaki Türk kadınını tarihlerde aramak lazım gelecektir” biçiminde dile getirerek, kadınlarımızın erkeklerle eşit düzeye yükselmesi için karalı bir mücadelenin içerisine girmiştir.
Cumhuriyet düşüncesi Mustafa kemal’in ruhunda olgunlaşmış, pişmiş,askeri lise döneminden itibaren O’nun kafasını meşgul etmiştir. O, hem Osmanlı’nın ve içine düştüğü durumu bir yandan anlamaya hem de diğer yandan Avrupa’yı irdelemeye ve bol bol okuyarak analiz etmeye çalışmıştır. Bu nedenle kendisinde Cumhuriyet düşüncesi erken yaşlarda gelişmeye başlamış ve fırsatını bulunca da O’nu halkı için ilan etmekte bir an olsun duraksamamıştır. Çünkü ülkenin devamlılığını bu rejimde görmüştür. O’na göre, ”En büyük eserim” dediği Cumhuriyet, sonsuza dek yaşayacak, yaşatılacaktır.
Atatürk, Cumhuriyeti kurduktan sonra savaştığı düşmanlarıyla bile dostluk kurmuştur. O, ”Yurtta barış dünyada barış” sözünü yaşam gerçeğine dönüştürmüş ve barış için mücadele etmiştir. Bu bağlamda Balkan Paktı’nı ve Sadabat Paktı’nı kurarak bölgesel barışa önemli katkılar sunmuştur. Savaşı zoraki olmadıkça bir cinayet olarak değerlendirmiştir. Yunanistan Başbakanı E. Venizelos 1934 yılında O’nu Nobel Barış Ödülü’ne aday göstermiştir.
Tarih, 13 Ağustos 1923 henüz Cumhuriyet ilan edilmemiştir. Lozan Antlaşması’nın imzalanmasının üzerinden bir ay gibi bir süre dahi geçmemiştir. Diyor ki, ”Yeni Türkiye Devleti bir halk devletidir, halkın devletidir. Geçmişteki yönetim ise bir kişi devleti, kişilerin devleti biçimindedir.” Bunu bir diktatör ya da diktatör olmak isteyen bir devlet adamı söyleyebilir mi?
Sonuç olarak Mustafa Kemal Atatürk diyor ki; ”Adalet dilenmek ve acındırmak gibi bir ilke yoktur. Türk ulusu, Türkiye’nin yarınki çocukları, bunu bir an akıllarından çıkarmamalıdır. Özgürlüğünü ve bağımsızlığını korumak yolunda savaşmayı bilmeyen uluslar için yaşam hakkı yoktur. Bu uğurda savaş gerekir.”
Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün anısı önünde saygıyla eğiliyorum.